30 Mayıs 2014 Cuma

Unutmayacağız

Tuz koktu satamaz oldu tuzcu,
Siyah mıdır senin unun hey uncu,
Zevk duydu olanlardan bozguncu,
Nasıl kıydılar sana UĞUR MUMCU.

Tutamadık yaydan fırladı ok,
Elbette bizim suçumuzda çok,
Açlar aç, toklar yine tok,
Nasıl kıydılar sana BAHRİYE ÜÇOK.

Ana babaların gözü hep yaşlı,
Kimi çocuk, kimi genç kimi yaşlı,
Onurlu, akıllı ve dik başlı,
Nasıl kıydılar sana AHMET TANAR KIŞLALI.

Kandırdılar gençleri çoğu toy,
Sen soy garibanı daha soy,
Doy ne olur artık kana doy,
Nasıl kıydılar sana MUAMMER AKSOY.

Güzel söyler, güzel yazar Livaneli,
Acıma sen bük silah tutan eli,
Sevmelisin hep kalem tutan eli,
Nasıl kıydılar sana SERVER TANİLLİ.

Yüz yıllarca kalır güzel söz,
Anacığı diyemedi kötü söz,
Hep kardeşiz bilki öz be öz,
Nasıl kıydılar sana DOĞAN ÖZ.

Acı çekti anası, kızı, oğlu,
Kimi Hanak, kimi Evreşe, kimi Of’lu,
Netsin artık netsin hasırı çulu,
Nasıl kıydılar sana ÜMİT KAFTANCIOĞLU.

Hayvan sever nasıl giyer acep kürk,
Ermeni, Laz, Kürt ve Türk,
Gençliğe güvenmiş Yüce Atatürk,
Nasıl kıydılar sana ABDULLAH BAŞTÜRK.

Düşmanları kovaladı batılı ve doğulu,
Bizi biz biliriz ne bilsin ki eloğlu,
Sevenlerin gözleri hep buğulu,
Nasıl kıydılar sana NECİP HABLEMİTOĞLU.

Sizi vuran bilinmiyor değil,
Zalimlikte, hainlikte oldular ehil,
Hesapları sorulacak bunu bil,
Nasıl kıydılar sana CAVİT ORHAN TÜTENGİL:

Can Yücel’in babası Hasan Ali,
Ne güzel bir eserdir Keşanlı Ali,
Senin için ölenleri unutma ey ahali,
Nasıl kıydılar sana SEBAHATTİN ALİ.

 Yurt severler verdi hep kan ve ter,
İnsan olan insana nasıl zulüm eder,
Herkes sana “baba baba” der,
Nasıl kıydılar sana MUSA ANTER.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Dermanım Ol

Dolu yağdı ürünüme bağıma,
Su karıştı pekmezime yağıma,
Hain girdi ormanıma dağıma,
Tut elimden dermanım ol sen benim.

Kurtlar girdi koyunuma kuzuma,
Namert sövdü kadınıma kızıma,
Cellat oldu şair ve yazarıma,
Tut elimden dermanım ol sen benim.

Garip kaldın bu illerde Mustafa’m,
Bildim artık bitmeyecek hiç tasam,
İnsan olmak, insan ölmektir yasam,
Tut elimden dermanım ol sen benim.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Ey Yurttaş

      Yaz ayında olur mu hiç ayaz,
İşçi-memur bağırır avaz avaz,
Ne olur katip bunları da yaz,
Duy sesimi duy ne olur ey yurttaş.

Kardeş olmuş kardeşine düşman,
Kan kaplamış herbir yanı yine kan,
Bunu eden hiç olmaz mı pişman,
Gör olanı gör ne olur ey yurttaş.

Vakti gelir ürünler olur hasat,
Yaşat içindeki umudu yaşat,
Taş yerine sen onlara ekmek at,
Ver elini ver ne olur ey yurttaş.

Gün gelecek dönecek bu devran,
Vur zillere vur ürkecek bu kervan,
Korkak olma birazda hızlı davran,
Ver cezayı ve ne olur ey yurttaş.

Pasta büyük bize düşeni çok az,
Hep yoldular tüyümüzü olduk kaz,
Biz ağladık onlar aldı bundan haz,
Sor olanı sor ne olur ey yurttaş.

Nasrettin-1

Biraz uyuyabilmişimiydi ne? Yada sızıp kalmışmıydı?  Farkında değildi. Zaten önemli de değildi. Nasıl olsa 14:00 haberleri biraz sonraydı. Aklı hep oradaydı bu sıralar.
Yıllar ne çabuk geçti diye düşündü. Fakat son bir ay bir türlü geçmiyordu. Geçiyordu da ona geçmiyor gibiydi.
Dile kolay yetmiş beş yıl. Zihninde yetmiş beş yılı ay olarak, gün olarak hesaplamaya çalıştı, olmadı. Acaba diyordu, canım kızım nasıl o kadar ince hesapları yapabiliyor, nasılda kafası çalışıyor?
“Ödevini yaptın mı? Türkçe ödevi kapağı güzel olmamış” diyen karısını düşündü. Acaba 14:00 haberlerini o da merakla bekliyor muydu? Bu nasıl düşünce tabi ki bekliyor diye kızdı kendine.
Sonra kendini düşündü:
-Dört çarpı dokuz?
- Otuz dokuz, şeyyy otuz iki, hayır yaaa otuz altı.
Oysa kızının “tak” diye sonucu bilmesini istiyordu.
Aslında çok zorlanmasını, hep ders çalışmasını istemiyordu kızının. Bisiklete de binsin, kitap da okusun, çizgi film de izlesin, sitede diğer çocuklarla da oynasın istiyordu. Sitedeki bütün arkadaşları dershaneye, bilmem nereye gidiyordu o da ayrı bir konuydu. Fakat tüm bunlara karşın yinede çarpım tablosunu ezberleyememesini hazmedemiyordu kızının.
“Ohoooo, hem televizyonun sesi sonuna kadar açık, hem de gözler pencereden dışarıya bakıyor. On dakikadır seni izliyorum. Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diyen güleç yüzlü hemşirenin sesiyle kendine geldi. Saat 13:30 olmuş, serumun değişmesi ve hapların alınması saati gelmişti.
“Hemşire güzeli, biraz acele edebilir miyiz?” dedi. Sesinde bir sevinç ve telaş vardı. “Senin yüzünden basın açıklamasını kaçırmak istemiyorum” diye ekledi.
“Bence seçileceği kesin” dedi gül yüzlü, gamzeli, orta boylu, kısa kumral saçlı hemşire. Ve ekledi ”Sakın heyecandan serum şişesini falan düşürme”.
İyice yakınına geldiğinde, hemşirenin ne kadar kötü sigara koktuğunu fark etti. Daha önce defalarca bunun sohbetini yapmışlardı ama yine dayanamadı: “Her gün gözünüzün önünde, sonuçlarını, nelere yol açtığını görüyorsunuz. Ama yinede şu meretten vazgeçmiyorsunuz” dedi.  Ama sözü biter bitmez hemşirenin “Seher Başhekim gelecek biraz sonra, sanırım taburcu oluyorsun yakında” dediğini duymadı. Çünkü gene kızının yirmi beş yıl önce söyledikleri aklına geldi. “Baba içme şu sigarayı. Hem kendine yazık hem parana” derdi. Biraz parayı çok mu seviyordu ne? Yok yok parayı çok sevse kendisini ulusuna adarmıydı hiç. Ne iş teklifleri, ne çok paralar önerilmişti de “Ben yurdum için çalışacağım, yurduma olan borcumu hakkıyla ödeyeceğim” diyerek geri çevirmişti bütün teklifleri.
Acaba kızını bu kadar yurtsever; Mustafa Kemal, Nazım aşığı yapmasaymıydı? “Boş ver be kızım, para nerede ise, huzur orada” mı deseydi? “Yok yok böylesi iyi oldu, böyle olmasaydı çok üzülürdüm” diye düşündü ve hafifçe gözleri doldu.
Bu arada hemşire serumu bağlamış, haplarını teker teker içmesini sağlamıştı.
Bu arada kızının hediye ettiği “tKonuş-5” (kendi %100 yerli malı telefonumuzun son modeliydi) telefonu çalıyordu. Açtı telefonu karısıydı arayan.
-Bugün gelemedim, dizlerim çok ağrıyor, hafif başımda ağrıyacak gibi. Haberlere az kaldı, belki unutmuşsundur diye aradım.
-Geldik mi geldik mi? Diye cevap verdi. İnsan yaşlansa da, akciğerinin yarısı da alınsa, sonda takılı da olsa, yinede huyundan vazgeçmiyor.
Karısı ile böyle şakalaşırlardı ara sıra. Televizyonda izlemişlerdi beraber. Yıllar önce onlar gençken bir güldürü programında, yaşlı karı koca anlaşmaya çalışıyorlardı. Birisi bir şey soruyor, diğeri anlamıyor uyduruyordu.
Karısı karşıdan cevap verdi: “İyi yolculuklar, kendini üşütme emi”.  İkiside gülüştüler telefonda.
Sonra karısına: “Hiç unutur muyum, televizyonun sesini sonuna kadar açtım zaten. Biraz önce hemşire hanım geldi, serumu bağladı, haplarımı verdi. Artık ağrım yok, nasıl olsa birkaç güne kadar çıkıyorum”  dedi.
Gözü televizyona ilişti, alt yazılar geçmeye başlı tekrar: “Beklenen gün geldi. Bilim ve Teknoloji bakanı, TUAM ve Tübitak başkanı açıklamayı biraz sonra yapacaklar. Basın üyeleri içeriye alındı”. Haber öncesi reklamlar başladı.
Gözleri televizyonda iken karısının telefonun öbür ucunda olduğunu unuttu. Karısı bağırıyordu “Alooooo, beni duyuyonmu? Ordamısın, heyyyy”.  “Buradayım buradayım, haydi yarın görüşürüz hoşça kal” diyerek karısının telefonu kapatmasını bekledi.
Tam telefonu kapatmıştıki, başhekim kapıdan girdi. Yanına geldi, sol yanağından bir “makas” aldı, sağ yanağına bir öpücük kondurdu, tatlı sesiyle:
-“Canım amcam, amcaların en güzeli, hastanemizin maskotu, nasıllar acaba bugün?” Hep böyle candan, içten konuşurdu oldum olası. Dünyalar tatlısı bir doktor olmuştu yeğeni, hem de profesör.
-“Turup gibi, turup gibi” dedi. Eskiden beri şakalaşmayı severlerdi. Bir aydır aralarında böyle yeni bir şakalaşma şekli de oluştu. Turp gibi demiyordu nasıl olduğu sorulduğunda, “Turup” gibi diyordu.
-“Babam aradı, bir saat sonra burada olurmuş. Ben şimdi gidiyorum. Sonra babamla geliriz” dedi. Hınzır bir gülümsemeyle “ Zaten sonuç belli televizyonu kapat artık istersen” diyede ekledi.
Son sözlerini duymadı yine yeğeninin. Gözleri televizyon ekranındaydı ama aklına abisi düşmüştü. Abisini çok severdi, kendisine hep onu örnek almaya çalışırdı. Ama bir konuda örnek almayı unuttu: sigarayı bırakma konusunda! O da yaşlanmıştı ama daha dinç görünüyordu. Belki sigarayı erken bıraktığı için, belki canını çok sevdiği için. Evet evet kendisine çok dikkat ederdi abisi.
Televizyon ekranında tarih 9 Ocak 2039 ve saat 14:00’ü gösteriyordu. Ekranın sol üst köşesinde kırmızı beyaz bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. Canlı yayına geçmişlerdi. Toplantı salonundaki masanın ortasında Bilim ve Teknoloji Bakanı Serhat Göker, sol yanında Tübitak başkanı Öznur Çırak ve sağ yanında TUAM başkanı Buse Gümrah oturuyordu.
Etrafına bakınan ve basın üyelerinin hazır oldukları onayını alan bakan konuşmasına başladı: “Değerli basın mensupları ve sevgili yurttaşlarım. Haziran ayında fırlatılacak uzay aracımız Nasrettin-1 ile uzaya gidecek olan bilim insanlarımızın listesini biraz sonra açıklayacağım. Listede 3 adet Türk uzay bilimcisi ve bir adet de Azerbeycan’lı bilim insanı bulunmaktadır. Adlar soyadına göre sıralanmıştır:
Prof. Dr. Kemal Aydın, Prof. Dr. Nebiye Kekik ve Prof. Dr. Ceren Zekioğlu ve Azerbaycan...” Konuşmanın sonrasını hatırlamıyordu. Hatırladığı sadece serum şişesinin yere düşünce çıkardığı ses ve kendi ağlama sesiydi.

Nere Gidem

Temmuz aylarında donar mı su,
Alın yazım kaderim mi bu,
Yandın pirim yandın mı hu,
Nere gidem, nasıl edem ben.

Önce Maraş, sonra Çorum ve Sivas,
Nolur su dök nolur sende bir tas,
Nereye kadar sürecek bu yas,
Nere gidem, nasıl edem ben.

Ağlar gözün ağlar içim Mustafa,
Vazgeçme sen olanlara yor kafa,
Senin için oldu dünya bir sofa,
Nere gidem, nasıl edem ben.





Nereye Sürükleniyoruz?



Tüm İnsanlar kardeşmidir?

Neredeyse her gün "din" adına yapılan bir saldırının ardından yüzlerce kişinim ölümlü haberini görüyoruz yazılı, görsel yada sosyal medyada. Hani herkes kardeş idi? Hani "Yaratılan yaratandan ötürü sevilir" idi? Hani "Tanrı verdiği canı kendisi alır" idi?
Daha eskilere gitmiyorum: 1400 yıldır din savaşları sürüp gider. Belki 1400 yıl sonra bir din baskın gelip diğer dinlerin üyelerini keser, ortadan kaldırır ve tüm dünya insanları o dine mensup olurlar. Başka din yoktur yeryüzünde artık...
Sonra bu dinin üyeleri 1400 yıl daha kendi aralarında mezhep savaşlarını yürütürler, birbirlerini boğazlarlar ve bir mezhep tüm dünyaya hakim olur. Fakat milyonlarca kadın, çocuk, erkek, genç ve yaşlı yok olmuştur (siz öldü deyin isterseniz yada şehit oldu).
Ve 1400 yıl daha bu mezhepte olanlar cemaat yada bilmem ne için savaşmaya başlar ve başlar kesilmeye devam eder. Yani savaş, kan, zulüm, işkence...
Oysa kardeş kardeş, din, dil, ırk, cinsiyet, renk ve bilmem ne ayrımı yapmadan barış içinde yaşayabilsek. Acaba bu barışı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi sağlayamaz mı?

Bıraksak din savaşlarını, "senin dinin senin", "onun dini onun" ve "benim dinsizliğim benim" olsa. Yok etmeye çalışmasak diğerini, dünya daha  güzel ve yaşanılır olmazmıydı?


1) http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26625901.asp -

Müslümanları ayırıp kalanları katlettiler

Kenya’nın doğusundaki turistik Mpeketoni kentinde, Dünya Kupası maçı izlendiği sırada saldırı düzenlendi. Bir karakol, iki otel ve bir bankaya düzenlenen silahlı saldırılarda en az 48 kişi hayatını kaybetti. Saldırıyı Somali merkezli El Şebab örgütü üstlendi.


Ağız Tadıyla

Bir kuru yaprak yeter mutlu olmaya Bir bayrak dalgalansa yeter Varsın dallar çıplak olsun  Yeşil çimenler sarsın dört bir yanı Beyazları bol...