29 Aralık 2020 Salı

KUMBARA FİLMİ HAKKINDA

 

KUMBARA

Film, yeni bir apartmanın çıkış kapısında elinde piknik malzemeleri olan mutlu bir baba, anne ve erkek çocuğunun yani âdete mutluluktan bulutlarda yürüyen bir ailenin görüntülendiği sahne ile açılır.

Bir şirkette beyaz yakalı olarak çalışan Orhan Bey evi, arabası olan bir aile babasıdır. Yaşlı annesi hastanede makineye bağlı olarak yaşamakta fakat çok da umut yoktur. Orhan Bey’in 5. Sınıfa giden bir oğlu ve ev emekçisi (ev kadını) bir eşi vardır. Eşinin daha çok oğullarının okuduğu okuldaki okul aile birliği işleri ile ilgilenmekte olduğu, kermes vb. etkinliklerle sınıfın eksik-gediklerini giderdiğini anlıyoruz. Annesi ile altlı üstlü bir apartman dairesinde oturan Orhan Bey kiracıdır. Annesinin kentsel dönüşümden bir daire sahibi olacağını ama kira ücretlerini yüklenici firmanın ödemediğini de bir toplantıdan anlıyoruz. Orhan Bey bu toplantıda eşinin tanımlaması ile “aval aval” toplantıyı izlemekte ve pencereden dışarıyı seyretmektedir.

Film ilerledikçe Orhan Bey’in ekonomik sıkıntılardan kaynaklı değişik aile sorunları içinde olduğunu görüyoruz. Baskın olmaya çalışan bir eşi vardır Orhan Bey’in. Ama ev emekçisi olmasından dolayı çok da sesi çıkmamakta, içine atmaktadır bazı şeyleri. Ve her sohbetin sonunda kısık bir sesle bir sözcük söyleyerek içine attıklarını kusmaktadır. Evliliğin çatırdamaya başladığını da görebiliyoruz film ilerledikçe.

Orhan Bey, düğününde “beşi birlik” getiren esnaf arkadaşına araba galerisinde kefil olmuş, yüklü bir borca girmiş ve ne yazık ki arkadaşı ödemeleri yapmamıştır. Yurt dışına kaçtığı sanılan arkadaşı, dükkânını da devretmiş ve Orhan Bey’in muhatabı artık araba galerisidir. İcra aşamasında ve hatta icra belgesi ulaşmış bir borç yükü vardır. Bu borç yükünden kurtulmak için ek iş olarak geceleri önce bir ürün pazarlama işine girmiş, şansızlıklar veya becerisizlikler peşini bırakmamış, bu işi başaramayınca da arkadaşının bir yakınının taksi yazıhanesinde geceleri taksicilik yapmaya başlamıştır. Kendi arabasını satıp borcun bir bölümünü de ödemiştir. Gece çalışmaları ne yazık ki gündüz işindeki verimliliğini de düşürmektedir.

Fakat öyle olur ki zaman zaman her şey üst üste gelir. Bu üst üste gelmeler bizi kendimize dahi yalan söyleyecek duruma getirebilir ki Orhan Bey’de yalanlarla, “güçlü aile reisi” görünümünden ödün vermemeye çalışmakta ama sürekli açmaza sürüklenmektedir.

Youtube gençliğine özenen oğlu bir kamera isterken, eşi de bozuk olan bulaşık makinesi yüzünden Orhan Bey’e hayli kızgındır. Alt yapı üst yapıyı etkilemeye, ekonomik zorluk ve sıkışmışlıklar aile ilişkilerini sarsmaya başlamıştır Orhan Bey’in.

Çocuğun okulundaki kermes dönüşü ortamın gerginliğini birazcık da olsa, Orhan beyin eşinden özrü azaltmıştır.

Orhan Bey’in bacanağı zengindir, gösterişli evleri, her istediği alınan oğulları vardır ve Orhan Bey’in eşi farkında olarak yada olmayarak eniştesi ile kendi eşini karşılaştırmaktadır.

“Tutunmaya” çalışan, bir sosyal etkinliği ve çevresi olmayan Orhan Bey'i ve evliliğini ancak annesinin ölümü kurtaracaktır.

İlk açılışta gördüğümüz sahnelerin devamını olan görüntüler yani ailenin piknikte mutlu mesut olması ile filmi bitiririz.


27 Aralık 2020 Pazar

SOLUK FİLMİ HAKKINDA

 

SOLUK

Özkan Yılmaz’ın ilk yönetmenlik deneyimi olduğunu okuduğum Soluk filmini, Bizde Varız başlığıyla ücretsiz film gösterimleri yapan İstanbulmodern’in on line gösterimlerinde izledim. Film iki erkek ve bir kadının yaşamlarının kesişmesindeki özellikle psikolojik ve kısmen de sosyolojik etkilerin anlatımı üzerineydi.

Film üç tutunamayan insanın ve ailenin öyküsünü anlatmaktadır.

Soluk aslında çok soluk mekânlarda çekilmiştir. Esas mekân da Tamer beyin evidir.

Aslı ev emekçisi annesi ve abisi ile beraber yaşayan, okulunu bitireli birkaç yıl olmuş, henüz iş bulamayan, sosyal çevresi kısıtlı, yaşam dolu, saygı, sevgi ve enerji dolu fakat yalnız bir kızdır. Alt kat komşusu ve o da yalnız yaşayan, neredeyse babası yaşında olan Tamer ile sıkı bir dostluk, arkadaşlık, abi-kardeş, baba-kız ilişkisi içindedir. Ve Aslı çok saf ve temiz yürekli bir kızdır. Aslında alt kat aynı zamanda Aslı’nın Kaçış Evidir. Üst katta bunaldığında yalnız olan Tamer beyin yanına inerek dertleşmekte, kitap okumakta, müzik dinlemekte, satranç oynamakta, hatta dedikodu yapmaktadırlar. Aslı ve Tamer Bey yalnızlıklarını paylaşmaktadırlar. Tamer beyin hastalığı iyice ilerlemiş, yürümekte zorlanmaya ve hatta kendiişlerini bir yapamayacak durumdadır. Filmde üç abladan söz edilmektedir Buradan Tamer beyin çapkınlıkları olduğunu da anlıyoruz birazcık. Aslı kısmen acıma duyguları ile yaklaşmaktadır Tamer beye. Son zamanlarda hastalığı iyice artan Tamer Bey için gözyaşı döken Aslı, kendisi için de açık olan bir kapının kapanacağına, bir dostunu kaybedeceğine de çok üzülmektedir.

Aşçılık kursuyla sosyal ortamlara girmeye başlayan, kurstan arkadaşları ile meyhaneye giden aslı makyaj yaparak kişisel bakıma da başlamıştır. Hatta bu annesi ve abisinin de dikkatini çekmiş ve altında bir şeyler bile aranmaya çalışılmıştır.

Hastalığından ve kişisel bakımsızlıktan dolayı altmış yaşlarında gözüken, kardeşleri dahil kimseyle anlaşamayan diki başlı, neredeyse çekilmez, hala varlık sorunları ile boğuşan Tamer’i bir tek Aslı anlayabilmektedir ve Aslı ile iyi de anlaşabilmektedir. Aslı diğer kardeşler tarafından neredeyse hizmetli gibi görünmedir. Tamer bey çok farklı işlere girip çıkmış, özgür yaşamış, okumayı, müzik dinlemeyi seven, çok konuşan, anlatmayı seven, tüm sağlıksızlığına rağmen şaka yapmayı ihmal etmeyen birisidir. Huysuz olmasına karşın arkadaşları tarafından sevildiğini bir zamanlar çok sevdiği ama artık gidemediği kardeş ve arkadaşlarının içki mekânındaki konuşmalarından anlıyoruz. Aslı’nın yemek kursunda öğrendiklerini göstermek için hazırladığı akşam yemeğinde kadehlere koyduğu meyve suyundan, Tamer beyin artık içemediğini anlıyoruz. Yine sigarayı da bıraktığını yada yasak olduğunu, eski sevgilisinin yakıp verdiği sigarayı içerken yaptıkları sohbetten anlayabiliyoruz.

Üçüncü tutunamayan Celil ise çocukluğu yalnızlık içinde geçen, hasta bakıcılığı yaparak yaşamını sürdürdüğü için dünyası hastalar, ölüm ve mezarlık arasında kalan bir erkek hemşiredir. Dünyalar tatlısı iki küçük kızı vardır ama mutsuz bir evliliği vardır. Eşiyle olan ilişkilerinden mutsuz, huzursuz, klasik bir “erkek” olduğunu anlıyoruz. Aslı’nın sevgi doluluğu Cemil’i çok etkilemektedir. Hatta illegal işler yapmaya, onu düşlemeye, takip etmeye kadar paranoyakça tavırlar da sergilemektedir. Ama korkak ve öz güvensizdir.

Kadınların giyim ve kuşamlarına “özen” göstermeleri, “dekolte” tarzı kıyafetleri yani sevdiği ve beğendiklerini giymeleri, süslenmeleri zaman zaman erkekler tarafından “bir mesaj” olarak algılanır. Filmde Aslı’nın giyimine özen göstermesi, makyaj yapmasından anladım ki bir kez daha, kadınlar canları öyle istediği için giyiniyorlar, süsleniyorlar, makyaj yapıyorlar, ruj ve oje sürüyorlar. Ve aynı zamanda bunlar kendilerini değerli görmelerini de sağlıyor olabilir mi?

Filmin ses kalitesi yüksek değil, hoparlör ile izlendiğimde bazı söylenenleri anlayamadım ben. Ama dış sesleri yalıtan bir kulaklık ile filmi izlediğimde bir miktar daha iyiydi sesler.

Yönetmen gelecek vaat ediyor, yolu açık olsun…

 

KAÇIŞ EVLERİ

 

KAÇIŞ EVLERİ

Son izlediğim filmlerden birisi de Özkan Yılmaz’ın Soluk filmiydi. Film yaşamları bir biçimde kesişen üç “tutunamayan” insanın özellikle psikolojileri ve sosyolojilerine ait bir öyküydü. Filmin başkahramanlarından Aslı, okulunu bitirmiş, henüz iş bulamayan, annesi ve abisiyle birlikte yaşayan bir yetişkindir. Aslı’nın alt kat komşusuyla olan abi-kardeş, baba-kız ilişkisi çok samimi, içten bir dostluk ilişkisidir. Alt kat ve komşusu Aslı’nın Kaçış Evi’dir bir anlamda. Bunaldığında gidip sığındığı, bir kahve içtiği, kitap okuyup film izlediği ve satranç oynadığı bir mekân orası. Belki abisini, annesini şikâyet ettiği, belki Tamer abisinin dizinde ağladığı bir ev.

Ben de her insan evladı gibi zaman zaman ağlamak, dertleşmek, dedikodu yapmak gereksinimi duyarım. Bu gereksinimin bir bölümünü çekirdek ailemle, bazen çekirdek aile dışındaki abim, yengem yada ablamla gidermeye çalışırım. Zaman zaman arkadaşlarımla telefon ile yaparım bu dertleşmeyi. Bu arkadaşlarım erkek arkadaşlardır. Bir erkek arkadaşıma genelde ağlayamam. Belki nedeni sadece “erkek” olmaları ve bana “erkek adam ağlar mı” diye bakmaları değildir. Belki erkeklerden çok duygusal destekler alamayacağım içindir. Eşimle olan bir tartışmanın sonucunda beni bir erkek arkadaşımın anlaması olası mıdır? İlk tepkinin şu olmasından korkarım: “çaksaydın iki tane”. Oysa bir kadın bunu söylemeyecektir mesela.

Bu yüzden dizlerine başımı koyup ağlayabileceğim bir kadın arkadaşım, dostum olmasını hep istemişimdir. Beni yargılamayacak, arkamdan dedi-kodumu yapmayacak, ablam gibi olan ama ablam olmayan, kız kardeşim gibi olan ama kardeşim olmayan bir kadın. Eşinin dizinde de ağlayabilir belki bir erkek ama bu ağlama bir süre sonra erkeğin “acizliğini” göstereceği için aleyhine kullanılabilecektir. Ailede hep taraflar “ipleri elinde tutmak” istemezler mi? Çaresizliklerini, borçlarını hep saklamazlar mı eşlerinden? Kumar oynayan ve maaşının yarısını o gece kumarda kaybeden erkeği anlayacak “anayiğit bir kadın” var mı yeryüzünde? Hangi kadın “ezik” bir erkekle evli olmak ister? Tam tersi ADAM GİBİ OLSUN, onu yani kadınını korusun istenmez mi hep? Mutlaka vardır ama ben henüz “anayiğit bir kadın” görmedim. Bu yüzden başka bir kadın olmalıdır bu. Para ilişkisi, statü ilişkisi, güç ilişkisi olmayan bir kadın olmalıdır dizine başımı koyup ağlayabileceğim kadın.

Başka ulusların kültürlerini incelemedim ama bizde bir sorun olduğunda çocuklar evden kaçarlar. Evden kaçma anne babaya karşı hep bir tehdit unsurudur. “Üstüme gelmeyin kaçarım, bir daha beni bulamazsınız, göremezsiniz” biçiminde dile getirilir bu tehditler. Bu kaçışların masum olanları dedenin, halanın, teyzenin yani akrabaların evleridir yani birer Kaçış Evi’dir oralar. Anne-babaya gözdağı verme, stres atma, deşarj olma noktalarıdır aynı zamanda. Birkaç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi geriye dönülür çoğunlukla. Ve de hiçbir şey olmamış gibi karşılanır.

Eşlerde de vardır bu Kaçış Evi isteği. Eğer anne-baba sağ ise eşler oralara sığınır ara sıra. Bir bahane uydurup gidilir ve birkaç gün yada sadece hafta sonu kalınır oralarda.

Ya yoklarsa artık anne-babalar? İşte o zaman anne-babadan kalan ev yada varsa yazlık türü bir mülk orası en güzel Kaçış Evi’dir. Diyelim gittin ana-babın evine, başını koyacak bir diz yoksa bile ananın hayali dizleri doya doya ağlamaya yeter. Doğup büyüdüğün o eski evdeki kanepe ananın dizi olur ve dile gelir “Ne oldu ovul, ne oldu guzum, ne üzdü seni bu kadar” ile başlayan cümleler ile sel olur akar gözyaşların. Saçsız başında dolanır ananın egzama lekeli pürüzsüz elleri ve hafif apse kokan nefesini hissedersin yüzünde.

Ve birkaç saat sonra yada ertesi günü kuş kadar hafiflemiş bir biçimde dönersin ait olduğun yere. Kadınının ve çocuğunun olduğu yerdir ait olduğun yer.

25 Aralık 2020 Cuma

UMUDUMUZ HALEN GENÇLİKTEDİR

UMUDUMUZ HALEN GENÇLİKTEDİR

Mustafa Kemal Atatürk üstün zekâ ve öngörüsüyle Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet devrimlerinin teminatı olarak gençleri görmüş ve geleceği de gençlere emanet etmiştir.

Her dönem bu sorumluluğun bilincinde olan Türkiye gençliği hala aynı bilinç, sorumluluk ve anlayış ile Atatürk’ün gösterdiği o “muassır medeniyet” seviyesine ulaşmak için bütün gücüyle çalışmaya devam etmektedir.

Ülkenin yönetimindeki olumsuzluklardan, kardeşin kardeşi öldürmesinden, acı çektirmesinden ve ötekileştirmesinden çok acı duymakta, ulusal barış ve kardeşliğin sağlanması için çaba gösterirken aynı zamanda Suriye iç savaşında olduğu gibi uluslararası barış ve kardeşliğin sağlanması içinde elinden geleni yapmaktadır.

Nerde bir zulüm, baskı, şiddet olsa gençler sosyal medyadan örgütlenip gerekli tepkilerini dile getirmekte, ölümler, sürgünler ve göçlerin yarattığı çığlıklar onları derinden yaralamaktadır.

Küresel ısınmaya, hayvanlara kötü muameleye, kadınlara yönelik şiddete karşı var güçleri ile karşı koymaktadır gençler.

Sınav odaklı eğitim sistemi gençleri sadece test çözmeye ve “daha çok test çözmeye” zorlarken, kıyasıya rekabetle arkadaşlarından bir soru daha fazla çözmeye zorlamakta ve tam bir yarış atı anlayışıyla gençler sınav dişlileri arasında posası çıkana kadar ezilmekte, “yaş almadan yaşlanmaktadırlar” adeta. Merak, ilgi ve beklentileri törpülenen gençler okumaktan, okuldan zevk almaktan alıkoyan bu sistemle bir nevi robot durumuna dönüştürülmektedir.

Abdal olan ataları her ne kadar sistem dışına itilmiş olsa da, gençler aptal atalarının “Etliye sütlüye karışma”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “devletin malı deniz yemeyen domuz”, “ülkeyi sen mi kurtaracaksın”, “sen bilmezsin”, “daha dur sen dünkü çocuksun” demelerine aldırış etmeden, iyiden, güzelden, doğrudan, haklı ve adaletten yana olmaya devam etmektedirler.

Hırsızlık, üç maymunculuk, adam sendecilik toplumun neredeyse geçerli değer yargıları biçimine geliyorsa da, gençlerin tercihleri doğruluktan ve dürüstlükten yanadır.

Sokağın, çelik çomağın, saklambacın ve sokak arası futbol karşılaşmalarının yerini artık tablet ve telefonlar aldı. Bu cihazlara ulaşabilen gençlere ne mutlu ki bilgisayarlardan, tabletlerden ve akıllı telefonlardan her türlü bilgiye, veriye erişiyorlar. Bilgi parmaklarının ucunda ve bir "tık" kadar uzakta onlara. Yaşam Orada, eğlence orada, arkadaşlar orada. Ve henüz oralar özgür ortamlar. Kimse onlara web ortamlarında karışamıyor, onları aşağılayamıyor, fiziki şiddet gösteremiyor. “Muassır medeniyet” sadece bilime, teknolojiye sahip olmak ve kullanabilmek olmasa da önemli bir adım değil mi?

Ne yazık ki her dönemde olduğu gibi gençlere baskı kurulmaya, özgürlüklerini engellemeye, yapma-etmelerine karışılmaya da devam ediliyor. Gezi parkı eylemleri bu baskıların dışa vurumu değil miydi? Bu eylemlerde gençler dövüldü, öldürüldü, sakat bırakıldı. Ama nerede bir ağaç kesilse, nerede bir canlıya zarar verilse, nerede halkın doğal yaşam alanlarına müdahale edilmeye kalkılsa gençler karşı koymaya ve seslerini çıkarmaya devam ediyorlar. Baskı ve korkular yıldırmaya yetmiyor gençleri.

Her ne kadar zaman zaman birileri kışkırtmaya çalışsa da, gençler artık daha çok ortak noktalarda buluşabiliyor, konuşabiliyor, tartışabiliyorlar. Bir birlerinin dinlerine, ırklarına, cinsiyetlerine yada cinsiyetsizliklerine müdahale etmiyor, edilmesine de izin vermiyorlar. Yaşam biçimlerine müdahale edilmesinden de nefret ediyorlar.

Gençlerin vatan anlayışı Nâzım dedelerinin vatan anlayışları ile aynıdır. Eğer vatan “bazılarının çiftliği, bazılarının oyun alanı ve bazılarına da açlık, yokluk ve işkence” alanı olmuşsa bundan en büyük huzursuzluğu gençler duyuyorlar. Ve bu yüzden de zaman zaman aidiyetlerini sorgulamakta, karamsarlığa kapılıp yurt dışında kendilerinde yaşam düşlemektedirler.

Vatan mutlu, huzurlu ve sağlıklı olunacaksa vatan değil midir? Vatan, üzerinde yaşayanın “mensubu olmaktan onur, gurur, mutluluk duyduğu” toprak parçası değil midir? “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” dan, “her şey devlet ve devletin bekası için” e gelinmesi, sorma, sorgulama, hakkını arama, “Ya sev ya terk et” denmesi, gençlerin kendilerini değersiz görmelerine yol açmaktadır ve huzursuzluk kaynağıdır.

Gençler Mustafa Kemal Atatürk’e olan vefa borçlarından bir adım geri kalmış değillerdir. Aksine bu bilinçle yürüyüşlerine devam etmektedirler. Her ne kadar 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim bayram, onur ve gurur günleri olmaktan çıkarılmaya, yasaklanmaya çalışılsa da gençler bu değerli emanetlere sahip çıkmak için var güçleri ile mücadele etmektedirler.

Ülkelerini Özal, Demirel, Ecevit, Çiller ve Erdoğan’dan daha iyi yönetebileceklerinden de emindirler. Eğitim, kültür düzeyleri sözü edilen liderlerden daha fazladır. Çünkü gençler artık sadece lisans mezunu değil aynı zamanda yüksek lisans, doktora mezunudur.

Gençler Türkiye’deki sosyal, kültürel ve en önemlisi ekonomik adaletsizliğin farkındadırlar. Ve gittikçe ekonomik zorluklar içine düşen ailelerinin de yaşadığı zorlukların bilincindedirler. Bazı kaynaklar hala açlık ve yoksulluk sınırında milyonlarca ailenin olduğunu göstermektedir. Hatta bu sayının ülke nüfusunun beşte biri olduğu da iddia edilmektedir kimi kaynaklarca. Sırça köşklerinde oturan, tuzu kuru olan yada siyasi nemalanmalardan yararlanan küçük bir azınlığın dışında, gençler iş, aş, “eş” bulabileceklerinden emin değillerdir. Genç işsizlerde işsizlik oranları %25’ler düzeyinde yani dört gençten birisi işsizidir.

Seçme ve seçilme yaşının aşağıya çekilmesi "sandıktan" öteye gidememiş, gençler yönetim kademlerinde hala “ak saçlıların” yada saçsızların arkasından gitmek zorunda kalmışlardır. Evet deneyim önemlidir ama sadece deneyim de felaket değil midir?

Her dönemin kendine özgü koşulları var muhakkak. Bir kuşak savaşların olumsuzlukları içinde büyüdü. Yoksulluk ve yokluk çok daha yaygındı günümüzdekinden.  Ama gençler ana-babalarından bilgi, eğitim, kültür konularında çok çok öndelerdir. Yani artık ellerini taşın altına koyabilecek yetkinliktedirler.

Küresel sermayenin para ve sermaye piyasaları aracılığıyla yapmış olduğu kar transferleri ne yazık ki orta sınıfların ortadan kalkmasını sağlamış, var olan gelir dağılımı daha da bozulmuş, yoksulluk yaygınlaşmış ancak en tepedeki mutlu azınlığın gelir düzeyi artmıştır sadece. Bu adaletsiz gelir dağılımı gençlerin çelişkileri daha net görmesini sağlamıştır.

“Bütün bu durum ve şartlarda” gençler, ulusal ve uluslararası barış, kardeşlik ve özgürlüğün sağlanması için, sadece ulusal ölçekte örgütlenmenin yeterli olmadığını, uluslararası örgütlerle işbirliği içinde olunması gerektiğinin de bilincindedirler.

Büyükler “biz en iyisini yaptık” dediler. Hep kendilerinin ne kadar saygılı, anlayışlı olduğunu anlattılar. En büyük övünçleri “Asla babalarının yanında bacak bacak üstüne atmamalarıydı” (çok büyük bir maharetmiş gibi). Artık büyüklere düşen görev gençleri anlamaya çalışmak, onlara sürekli sadece ödev ve sorumluluklarını hatırlatmakla kalmayıp, haklarını da hatırlamak ve vermektir. Gençlere kendilerini ifade etme fırsatı tanımalı, söz vermeli, yetki vermeli ve kendi kararlarını verme ortamı yaratılmalıdır.

Gençler “güzel günler görmek ve motorları maviliklere sürmek” için sabırsızlanmaktadırlar.


Ağız Tadıyla

Bir kuru yaprak yeter mutlu olmaya Bir bayrak dalgalansa yeter Varsın dallar çıplak olsun  Yeşil çimenler sarsın dört bir yanı Beyazları bol...